18 Kasım 2017 Cumartesi

İLİŞKİLER ÖZELİNDE YENİ BİR ERKEKLİK EDİMİ OLARAK TAKİP MESAFESİ VE VAZGEÇMEK ÜZERİNE



Başlı başına bir şiir olan o eski çiftleşme danslarını maalesef el birliğiyle öldürdüğümüz ve tarihe gömdüğümüz bir çağa geldik. Sokak ortasında gerçekleştirilen teklifsiz aşk serenatları… İnsana devam etme gücü ve hayat aşılayan masumiyet timsallerine bahşedilen çapkın ıslıkları… Küfür ya da sarkıntılık içermeyen, aksine, bir kere görüldükten sonra ölünse de gam yenmeyen muhteşemliğe saygının ifadesi olan muzip laf atmalar… Sanat eserlerindekinden farksız estetiğiyle bir şarkı gibi salınana yönelen, dayanılmaz çekiciliğe maruz kalmış ruhların gerçekleştirdikleri art niyetsiz dokunuşlar… Bunlar bitti artık. Yitirdiğimiz şiirselliğin yasını tutmak ve yitirileni geri kazanmaya çabalamak için geç kaldık. Çünkü artık çok ciddi ithamların ve lekelemenin araçlarıdır onlar: Taciz, sapıklık, tecavüze yeltenme. Bir insanın hayatı boyunca unutamayacağı ve silemeyeceği haksız bir lekeyle yaşama ihtimalindense, şiirsel olandan vazgeçmek iyidir. Şiir ve dans nedir bilmeyen cehaletin yoğunluğunda erimektense dans etmekten vazgeçmek iyidir.

Çağ, kadın – erkek ilişkileri özelinde bir takip mesafesini gerektirmektedir artık. Henüz günümüz gerçeklerine uyanamayan erkeklerin battıkça batmasının başlıca sebebi, takip mesafesini yitirmeleridir. Aslında trafiğe çıkmış şoförlerin bilmesi gereken bir bilgi olan “takip mesafesi” tabirini, konumuzun en iyi ifadesi olduğu için kullanmayı uygun bulduk. Ehliyeti olanların aşina oldukları üzere; takip mesafesi, belli bir hızdayken, öndeki araba ile arada bırakılması gereken mecburi mesafeye verilen addır. Böylece ani fren yapmak gerektiğinde öndeki araca çarpılmayacak, kaza riski ve hayatların sönme ihtimali minimum düzeye indirilmiş olacaktır. Erkeklerin, erkek olmalarından ötürü ıslah edilmesi gereken yaratıklar gibi lanse edildiği günümüzde, sosyal medya ile birlikte büyüyen ifşa ve linç kültürü, hayat söndüren bir kazadan kaçınmak için takip mesafesi edimini, kazanılması zorunlu bir edim olarak erkeklerin önüne koymaktadır. Şiirsel olan suç hâline gelmiş ise anlamsız bir savaşa girişmeden bu edimi kazanmak mecburiyeti söz konusu demektir.  

Öyleyse ilişkiler özelindeki takip mesafesi mefhumunu biraz açmalıyız. Bir erkek, asla ama asla, karşısındaki kadın ona dokunmadan kadına temas etmemelidir. Net bir talep olmadan bir kadınla arasındaki fiziki mesafeyi bozmamalıdır. Bunların yerine, arzularını korkmadan sözel olarak ifade etmeli, uygun cevap aldığında harekete geçmelidir. Akıllı telefonların dünyayı ele geçirdiği çağımızda, erkek, her türlü mecradaki mesajlaşmalarında bir soruyu bir kez sormalı, eğer olumsuz bir yanıt alırsa asla üstelememelidir. Özetle talebini yalnızca bir kere dile getirmeli ve sonra bir centilmenden beklenen efendilikle susmayı öğrenmelidir. Kur yapılan ya da yapılmayan, fark etmez, her kadınla arasına belli bir fiziki mesafe koymalıdır. Bunlar, erkekleri ıslah edecek maddeler olarak okunmamalı asla. Bunlar, erkekleri yüz kızartıcı suç işlemeye meyyal kabul edenlere karşı gerçekleştirilen onurlu ve bilinçli bir protesto olarak okunmalı. Kitle ortalamasına göre daha düzgün ve birikimli erkekleri, cehaletin/muhafazakârlığın erkek neferleriyle aynı kefeye koyanlar, bu günahlarının bedelini içten sarılışın yoksunluğunu tadarak ödemeliler. Erkeğe yakışan duruş budur. Çünkü hiçbir şey ve hiçbir insan, haksız yere yüz kızartıcı suçla lekelenme ihtimalinin bedeli olacak kadar yüce ve büyük değildir. Bir erkek için şahsi onuru, her şeyden ve herkesten daha önemlidir. Dolayısıyla bu yazılanlar, yinelemek gerekirse ki gerekir: Bir ıslah edilme gerekliliğinin itkileriyle değil, piyasaya düşürülmüş ve herkese meze edilmiş erkek onurunun kirli ellerde oyuncak hâline gelmemesi için yazılmış gerekliliklerdir. Sözü edilen mecburi tutumun özünü arayanlar ya da merak edenler için tek cevap: Kırgınlıktır. Öfke yoktur burada, yani bizler öfkelerinin kurbanı olan acı dolu insanlar değiliz, bir kalbi ve onuru olduğunu unutmayanlarız.

Vazgeçmek adını verdiğimiz ikinci edim de anlamına böyle bir noktada kavuşmaktadır. Bizler, yaşadığımız çağın şiirselliği bitiren karanlığına boyun eğdiğimizden takip mesafesi edimini öne sürmüyoruz, büyük şairimiz Can Yücel’in, mükemmel bir şekilde Türkçeye çevirdiği Shakespeare sonesinin dizelerinde de belirtildiği üzere: “Avuç açmaya değmeyecek bir yangın yerine” dönüşmüş ilişki piyasasında erkeklik onurumuzu korumak için buna ihtiyaç hissediyoruz. Dolayısıyla iradelerimizin efendileri olma yetkinliğini kazanmış yetişkin erkekler olarak, vazgeçiyoruz. Anlam arayanlar için işte anlam buradadır. Bu durumda bilinçli bir protestoyu küçümsemeye yeltenecek olanlar da başlı başına anlamlı bir duruşu küçümsemiş olacaklardır ki “papatyalığın” neferlerinin böylesi bir ayıbın içine girerek kaybettikleri/kaybedecekleri meşru zemin, bizim sorunumuz hiçbir zaman olmamıştır, olmayacaktır.



Vazgeçme ediminin daha derinlikli niteliği, erkeğin kendisini gerçekleştirmek için yürüttüğü savaşta zorunda olduğu bir duruşu işaret etmesinden gelmektedir. Çünkü vazgeçememek, kişiyi kısa vadeli kazançlar bataklığına itebilmektedir. Diğer yandan erkeklerde çok sık rastlanan, herhangi bir kadını takıntı nesnesine dönüştürme garabetini tetiklemektedir. Bu ayıbın yol açtığı kültürel kod, “ya benimsin ya kara toprağın” anlayışıdır ve işlenen cinayetler yalnızca suçluyu değil, bütün erkekleri zan altında bırakmaktadır. Öyleyse vazgeçme edimini, her erkeğin, diğer erkek kardeşlerini zan altında bırakmamak için de kazanması gerekmektedir. Bunlara ek olarak, biyolojik ihtiyaçlardan dolayı çok çabuk tetiklenen ve bu nedenle hatalara sürüklenip küçülen erkeklerin de tek çıkış yolu vazgeçmeyi öğrenmektir.

Çok ciddi bir kişilik problemi olan, istediğini almak için numaraya başvurmak hastalığı, bu hastalıktan da beslenen günü kurtarmaya odaklı yaşamak, zaaflara yenilmek ve benzer şekilde sayılabilecek tüm yakışıksız durumların bertaraf edilmesi yalnızca vazgeçmek fiilinin derinlikli anlamını kavramakla mümkündür. Öyleyse vazgeçmek, aslında bir kaçış değil, uzun erimli zaferlerin inşasının yöntemlerinden/stratejilerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ulu önder Lemmy Kilmister’ın da dediği gibi: Herkesi kazanamazsınız.


Bu kadar basit.

Yazar: EDY

13 Kasım 2017 Pazartesi

NEDEN ANTİ-FEMİNİST OLMALIYIZ?

Kimlik siyasetlerinin yaptığı yanlış bir algı var o da kendi siyasetlerine karşı olmanın kendi kimliklerine karşı olmakla eşdeğer görülmesi. Yani feminizme karşı olmak kadına karşı olmak anlamına gelmez. Üstelik herkesin mutabakata vardığı, varması gereken çıkarları savunmak; cinsiyet eşitliğini savunmaktır.

Bir sosyal hareket olarak "feminizm"in geldiği bu son noktada hukuksuzluk, adaletsizlik, ahlaksızlık (bu terbiyesizlik ya da cinsel bir ahlak değil toplumsal ahlak kavramından yoksun olmalarından bahsediyorum) ve saldırganlık var. Feministlerin çıkarlarını savunduğu kadınlar güçlü gördükleri erkekler yerine güçsüz gördükleri erkekler üzerinde baskı kurmaya çalışırlar ve sistem böyle işler. O yüzden biz erkeklere düşen ‘’kendisi-için’’ olma yani güçlü olma durumudur. 

Erkeklik (Erillik kelimesini de kötü anlamda düşünmediğim için erkeklik diye kullandım) kırılgan bir toplumsal durumdur. Feminist bakış açısı da onu kırmak ister. Erkekliği "günah" olarak temizlemek ister. Erkeklik sürekli tehdit altında olan bir toplumsal konumdur. Toplumsal cinsiyet diye bir kavram yaratılıp cinsiyetlerin doğal ifadeleri silinir. Bu da yetmez, iki cinsiyet dışında cinsiyetler yaratılıp kişinin kendi kişiliğinin oluşmasının önüne ket vurularak erkeklik önlenir. Sonra da "kişinin özgür iradesi" kartı oynanarak sorumluluktan kaçılır. Ayrıca salt kendilerini özne görme durumu, pozitif-ayrımcılık, fuhuş savunusu ile kendinde ifade bulan kadın merkezci (ya da feminen merkezci) bakış açısı ile toplumsal düzen tehdit edilir.

Feminizm, kadını erkeğe bağlı, erkeğin tamamlayıcısı veya zıttı olarak gören anlayışa “fallogosantrizm” der. Kadını erkekten bağımsız ele almak toplumsal gerçeklikle bağdaşmaz. "Özgürlük" aktivistleri toplumdan yalıtılmış bir cam fanusta yaşadığımızı düşünebilir ama bunun bir gerçekliği olmayacaktır. Topluma bir kişilik ile gittiğin zaman toplumdan da bir kişilik sana geri döner. Örneğin müzikte bir beste yaparken hangi gamdaysa belli bir diziliş vardır, kafana göre yapamazsın. Toplum da böyledir, kuralları vardır; bir durumu inkâr etmek o durumun varlığını ortadan kaldırmaz. Kadın erkeğe bağlıdır, erkeğin kadına bağlı olduğu gibi. Tüm toplumdaki herkes birbirine bağlıdır. Gördüğümüz, duyduğumuz her şeyin bilinçdışımızda bir etkisi vardır. Toplum parçaların toplamı değildir, bir bütün olarak tek bir şeydir. Doğa bütün canlıları kadın ya da erkek olarak yaratmıştır. Bir kişinin kadına veya erkeğe yönelmesinin cinsiyeti ile ilgisi yoktur. Ve ayrıca cinsel yönelimin de cinsiyet ile ilgisi yoktur, cinsiyet temel bir şeydir. Eşcinsellik insana dair bir durum olduğuna göre bir ideoloji tarafından baskılanmadığı sürece insanın olduğu her yerde olur. Ama eşcinsel olma durumunun cinsiyet gibi bir toplumsal kimlik olduğunu söyleyemeyiz, çünkü sadece bir davranıştır. Bir çocuk yeni doğduğunda hemen cinsiyeti atanır ki bu doğru bir davranıştır, aksini iddia etmek ütopyadır. Çocuğun cinsiyet kavramı ortaya çıktığında da gerçek cinsiyeti kendini belli eder. O zaman da aile çocuğa gerçek cinsiyeti ile davranmakla yükümlüdür. Cinsiyetin özü vardır, ama davranışlar özü ortaya çıkarır. Davranışları sıfırlarsak; cinsiyetleri birbirinden ayırt edemeyiz, kaotik bir zihin yapısı ile sağlıksız ilişkiler kurarız. Her şeyi bilinç yapıyorsa, doğa diye bir şey yoksa kromozomlar ve beş duyu ile algıladığımız özellikler yok sayılır. Bir şeyi yok saymak onu ortadan kaldırmaz, zıddını üretmediğin zaman, yani oyunda oynamayı kabul etmediğin zaman oyunla başa çıkamazsın. Erkek, kadının zıddıdır. Teori hakikati anlamak için kurulur ama ideolojinin işlevi hakikati bulandırıp uyuşturmaktır. Bazı teoriler ideoloji işlevi taşır. Teori sadece kâğıt kalem ile yazılan ve akademik ortamlarda tartışılan bir şey değildir. Teorilerin gündelik hayata yansımaları vardır. Zihnindeki teorik yapıya göre dünyayı algılayış biçimin değişir. Ama doğru bir teori gündelik hayattaki deneyimlerinle çelişemez. Bilgi için öncelikli olan deneyimdir, yaşam tecrübesidir. Okuma ikinci plandadır, yorumlamaya yardımcı olur. Hakikatin bilgisi tektir, tek olduğu için doğru teori onu gösterir yanlış teoriler olan ideolojiler ise yanıltır, yabancılaştırır ve çürütür. Bu sayede mutlak eşitlik sağlamaz ve sömürü düzeni devam eder, kapitalizm kendi zıddını üreterek kendi varlığını devam ettirir. Erkek ve kadın birbirlerinin tamamlayıcısıdır, erkek anahtardır kadın da kilit; kapı açılır. İnsanların içindeki aşk ve sevgi duygularına karışmak hiçbir solcunun haddine değildir, tinin alanı olduğu için herkesin kendi cinsel eğilimine saygı duymamız gerekir. Ama trans olmayan bir erkek ve trans olmayan bir kadından dünyaya geldiğimizi unutmamak gerekir.



Transeksüellik tıbbi bir durumdur. Bütün bilimlerin bir bütün olarak ele alınması tıpkı cinsiyetin bir bütün olarak ele alınması gibi en sağlıklı yaklaşımdır. Transeksüelliğin tedavisinde psikiyatri, endokrinoloji ve plastik cerrahi birlikte çalışır. Doğa aktiftir ama kendi kendine gerçekleşemediği durumlarda tedavi yapılabilir, kansere tedavi yapılabildiği gibi. İnsanların özü vardır bir de bedeni. İnsan özünü gerçekleştiremezse yabancılaşır. Öz ile varoluş birlikte yürür. Cinsiyet, feministlerin ‘’öyle bir şey yok ya’’ dedikleri, kişiye doğru tayin edilmezse yıkım olur. XXin kadın, XYnin erkek olarak tayin edilmesi; insana anlaması zor gibi görünse de yanlış bilinç doğurabilir. Bunun tedavisi kişiyi ruh ve beden tedavisi ile kendi cinsiyetine döndürmektir. Trans erkekler zevk verme, tatmin etme açısından puan olarak geride başlarlar; eşitsiz bir yarış. Kulvara girebilmek için erkekliği oluşturacak diğer özellikler ön plana çıkar ve bu trans erkekliğe has bir durum da değildir. Ama feministler bunu istemezler. Şöyledir: Trans kadınların kadın normlarını benimsemesinde sakınca yoktur ama trans erkekliğin erkek normlarını benimsemesinde sakınca vardır. Feminizmin erkek düşmanlığı misyonu: Queer nedir? Heteroseksüel erkek ile çatışma içerisinde olan kişilerin tümüne verilen ad. ‘’Kadın merkezci’’ veya ‘’feminen merkezci’’ olmak aynı anlama gelmese de ‘’feminizm’’in statüsünü düşünecek olursak aynı anlamdadır. Toplum-birey açısından cinsiyetin belirlenmesini anlatırken bir gerçeklik gözümüze çarpıyor: Erkek kimliğinin tayin edilmesi açısından avantajlı, öncelikli olması. Feministler ortada erkek diye bir şey kalmasın istiyorlar, yaptıkları teorinin amacı bu.

İnsanlar gündelik yaşamda temel ihtiyaçlarını karşılayarak; temel gereksinim olarak çalışarak, sokakta yürüyerek vb. kendi kimliğini var eder. Ne kadar ‘’non-binary’’ vb. cinsiyetsizliği ifade eden kavramlar üzerinden kimlik tanımı yapan eşcinseller bunu inkâr etse de hayatımız oldukça cinsiyetlidir. Zihin ve beden bir bütündür, çoğu zaman birbirlerine uyar, uymayanın da son kertede uyması gerekir. Yani doğa ile bilinç arasındaki ilişki döngüseldir ama aslen doğa birincil bilinç ikincildir. Zihin ve bedeni uyumlu bir erkek veya kadın, uymayandan gündelik hayatta hiyerarşik olarak daha üstte başlar. Kişinin kendi hissettiği cinsiyet ile dış dünyanın onu atadığı cinsiyet aynılığı veya farklılığı kurt ile kuzu arasındaki durum gibidir. Tarafsızım dersen kurttan yana tavır almış olursun. Eşcinsel kelimesini kasıtlı olarak seçtim. İnsanların özgür olmaya zorlanması onların topluma uyum sağlamalarına yardımcı olur. Eğer bir kişinin cinsiyeti ile derdi yoksa o zaman niye kavram icat edip herkes için hayatı zorlaştırıyor? Bir insanın cinsiyeti önyargıdan gelir. Duyumsallık, materyalizm; bunlar olmazsa yapay ideolojiler toplumu bölüp ayrıştırmaya hizmet eder. Yapay ideolojileri burjuvazi üretir, çünkü boş vakti vardır, hiçbir sorunu yoktur ve toplumsal çürüme yaratmak işine gelir. Heteroseksüelden farklılaşma üzerinden kurgulanan biseksüellik ve eşcinselliğin sosyal konum açısından bir farkı yoktur. Eşcinsellerden çoğu zaman bahsedilirken biseksüeller de içine alınır ve bu bifobi değildir. Ama bunun yanında kelimenin transseksüelleri içerecek şekilde kullanımı da vardır ama bu yanlıştır. Çünkü cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği bambaşka yaşam pratikleridir ve kişisel fikrimi soracak olursanız ‘’queer’’ adı verilip bir arada örgütlenmeye çalışmak büyük bir gericiliktir. Bu ‘’non-binary’’ arkadaşlarımız eşcinsel olarak yaşamlarını sürdürüyorlarsa onlara eşcinsel demek yanlış değildir. Yok, öyle değilse onlara transseksüelliğin yolu açıktır. Ne olduğu belirsiz ve samimiyetsiz ‘’non-binary’’ gibi kimlikler trans ile beraber gruplandırılamaz. Onlar transseksüellerin aksine feminist bir şekilde heteroseksüelliği yok etmeyi amaçlarlar. Feminist trans erkekler, ‘’hata’’nın suç ortakları olarak karşımıza çıkar. Onlar da erkeklerden nefret ettikleri için ve birbirleri ile alakasız toplumsal kimliklerin bir bütün oluşturdukları (daha doğrusu bunun doğal sonucu olarak belli başlı kimliklerin hegemonya kurduğu) ‘’LGBTİ’’ cemaatinde düştükleri heretik konumdan çıkmak istedikleri için kendilerini onlara benzetirler.

Bilinç sürekli kendini yenileyen bir şeydir. Örneğin ismini değiştirip çevrendeki insanlar seni o isimle çağırdıkları zaman bir süre sonra otomatik olarak senin ismin de o olur. Ya da gittiğin tuvaleti değiştirdiğinde bir süre sonra alışkanlık haline gelir ve rutine dönüşür. Yani dediğim gibi cinsiyet aşağıdan yukarıya bir inşa süreci, tek başına bir birey olarak cinsiyete sahip olmazsın, toplumla birlikte cinsiyete sahip olursun. Erkeklerin dünyası bir kadın görüntüsü ile tuvaletlerini kullanmana açıktır, en fazla tip tip bakarlar, çık demezler. Ama kadınların dünyasında böyle bir açıklıktan bahsedemeyiz. ‘’Erkeklerin potansiyel tecavüzcü olduğu’’ feminist miti erkekleri ötekileştirerek toplumu zehirler.

İfade edilen erkekliğe has durumlar bazen, ortaya koyan argümanların bir kısım kadınlar ve feministlerce anlaşılamamasına sebep olabilir. Zaten feministler de kendilerinin erkekler tarafından anlaşılamayacağını iddia ederler. Anti-feminizm siyasi olmaktan ziyade stratejik bir duruştur. Kuşkusuz "feminizm" deyince birçok farklı feminizmler olduğu akla gelebilir. Ama "feminist hareket" diye bir toplam ele aldığımız zaman canlanan bir sistem vardır. İşte karşı olunması gereken budur. Bütün farklı feministler bir arada durup tek bir çatı altında hareket ederler. Feminizm kadın bakışı iken anti-feminizm erkek bakışı olur. Bu iki farklı bakış açısının çatışması doğaldır. Önemli olan bu çatışmayı saldırganlığa, baskıcılığa ve sansüre dönüştürerek despotik olmamaya çalışmaktır.

Konuk Yazar 92 


6 Kasım 2017 Pazartesi

DOĞRU BİR ERKEKLİK İNŞASI ÜZERİNE

GENEL DURUMUN BİR ÖZETİ YA DA ANALİZİ: HANGİ NOKTADAYIZ?

Erkeğe bakışın, potansiyel suçluya bakışla arasındaki mesafeyi yitirmesi maalesef düzgün erkekleri erkekliklerinden, yani maskülen yapılarından uzaklaştırdı. Bir suçu, işleyene değil, cinsiyetin tümüne isnat etmek garabetinin norm haline gelmesi ve neredeyse bütün yayın organlarının “Erkekler, şu kadar cinayet işledi,” gibi manşetleri sebebiyle maskülenlik, suçun kendisiymiş gibi bir algı peyda oldu. Dolayısıyla maskülen olmak bir utanç vesikası gibi ele alınıyor; bu da savrulmaya müsait yoğun erkek nüfusunun yanlış iki cephede birikmesine yol açıyor. Bu cephelerin ilki: maskülenliğinden vazgeçmeyeceğini ilan eden, bu nedenle de “ayılaşması” gerektiğini düşünen “barzo” cephesiyken; Diğer cepheyi ise, erkekliğinden utanan, biyolojik ihtiyaçlarına söz geçiremediği için de çareyi “taşıyıcı anne” gibi takılmakta arayan, bilinen adı ile “meriçler”, bizim daha doğru olduğunu düşündüğümüz bir teşhisle: taşıyıcı anne tipi erkekler cephesi oluşturuyor.

Postmodernizme esir olmuş küresel sistemin ustaca kurguladığı, iki yanlış seçeneği sanki başka çıkar yol yokmuşçasına “ya o ya da bu” , “o değilsen busun, bu değilsen osun” şeklinde dayattığı yerde, böyle abuk sabuk iki cephenin ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Maskülen yapısını terk etmeyen erkekler, grup psikolojisi gereği, dışlanmamak/var olmak adına “adamlık” denilen bataklıkta birikiyor, entelektüel kaygı gütmeyi erkekliklerinden verdikleri bir taviz zannediyor, koydu mu oturtmadı mı rahat edemiyor ve böylece maskülenliği suçun kendisi gibi pazarlamaya meraklı manipülatörlere açık çek uzatmış oluyorlar.

Görece daha düzgün, entelektüel kaygısı olan, kavga etmektense konuşmayı tercih eden erkekler ise, “ya osun ya da busun” dayatmasından dolayı maskülen yapılarını, yani doğalarını bir kenara bırakmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Çünkü aynı grup psikolojisi onlara da dışlanmamak/var olmak için başka seçenek sunmuyor. Kitap okumak, iyi müzik dinlemek, kaliteli bir hayat sürmek gibi olmazsa olmaz edimler, kimin ne ara gerçekleştirdiğini bilmediğimiz bir biçimde “feminen”liğin temsiliymiş gibi ele alınırken; “adamlık”, “itlik”, “serserilik” ise maskülen olanın bir temsili gibi algılanıyor. Dolayısıyla erkeği erkek yapan maskülenlik, utancın ve potansiyel suçun adı oluyor, öyle kabul görüyor. Bizler de bu iki gruptan birisine tâbi olmak zorundaymışız gibi hissediyoruz. Ki postmodern dünyanın algılarımızın ırzına geçme yöntemi de tam olarak budur. İstemediğimiz bir yerde, istemediğimiz bir şekilde var olmaya çalışırken buluruz kendimizi. Böyle sürreal bir ortamda hiçbir zaman mutlu olamayan insan, tatmin arayışıyla kıvranır ve tam da bu anlayışa hizmet eden reklamların kölesi, sürdürülebilirlik için bulunmaz hastalıklı tip hâline gelir. Burada, yüce önder Kazım Ulutaş’ın şu kutlu sözlerini not düşmeliyiz: “Açta açıkta değiliz ama mutlu bir yaşam da süremiyoruz, WHY?” Piyasa mekanizmasının nasıl ve nelerle işlediğine bakılarak, tatmin için kıvranan hastalıklı insanın sistemin sürmesi açısından ne kadar gerekli olduğu anlaşılabilir.

Maalesef, özetle, işte böyle korkunç bir noktadayız.

GERÇEK ERKEKLİK NEDİR YA DA MEDENİ DÜNYADA ERKEKLİĞİN NEFES ALMASI OLANAKSIZ MI?

İnsan türünün erkek cinsi, kadın cinsinden farklıdır ve hemen böyle bir cümleyi kurduğumuz için utandığımızı belirtiyoruz. Çünkü sanki bu iki cinsiyet birbirinden farksızmış gibi yürütülen manipülasyonlar ve kabuller nedeniyle bir şaka olmasını ummayı isteyeceğimiz ancak maalesef ciddi olarak ortaya koymak zorunda olduğumuz bir gerçekliğin altını çizmek zorundaydık. Evet, öyleyse yineleyelim: insan türünün erkek cinsi, kadın cinsinden farklıdır.

İnsan türünün erkek cinsi, maskülen bir yapıdayken, kadın cinsi için feminen kavramı söz konusudur. Yine ve yeniden böyle bir ayrımı yapmak zorunda kaldığımız için okurlarımızın affına sığınıyoruz ama bunu da yapmak zorunda olduğumuz bir noktadayız. Çünkü yinelemek gerekirse, feminenlik pozitif bir algıyla ele alınırken, maskülenlik için aynı şeyi söylemekten maalesef uzaktayız. Öyleyse her erkeğin evvela maskülen yapısıyla barışması gerekmektedir diyoruz. Maskülenliğin yalnızca fiziki unsurlarla sınırlandırılmaması ise yürütmemiz gereken savaşın ilk cephesi oluyor. Erkeklik, salt güce indirgendiğinde, felsefi temelden yoksunluk, entelektüel kaygı gütmemek gibi belaların doğumuna sebep olacağından, basit gibi gözüken bu gerekliliği her erkek ciddiye almalıdır kanaatindeyiz. Erkeklik, karşıtı “kadınlık” olmayan, başlı başına sarsılmaz ve savrulmayan bir kişisel ahlakla yürüyen, “duruş” mefhumunu kavramayı ve içselleştirmeyi gerektiren bütünlüklü bir felsefedir. Bir erkek, önce bir erkek olduğunu hatırlamalı, ardından nedir erkeği erkek yapan sorusunu kendisine sormalıdır.

Tam da böyle bir noktada erkeklerin ana itici gücüne değinmek zorundayız. İnsan canlısının erkek cinsi, zaferlerle tatmin olan, dolayısıyla sürekli olarak bir savaş içerisinde yaşaması gereken cinstir. Burada, savaş sözcüğü seçiminin militarizme bir vurgu olduğu yönündeki muhtemel saldırıları daha başından bertaraf etmek adına, silahların konuştuğu, ölümlerin yaşandığı, kim için ve ne için vuruşulduğunun bilinmediği bir savaştan söz etmediğimizi hemen belirmeliyiz; belirtiyor, altını kalın çizgilerle çiziyoruz. Erkek, sürekli olarak savaşlarla yaşayan, ancak ve ancak öyle verimli hâle gelen, yine, ancak ve ancak o şekilde kendisini gerçekleştirebilen bir doğaya sahiptir. Tatmini bilgisayar oyunlarında, sekste, sokak kavgalarında aramak bir yanılsamadır ve geçicidir. Gerçek: ömür boyu sürdürülen, birçok farklı cephesi olan bir savaş ve kazanılan zaferlerin tatminidir. Erkeğin suni olmayan, doğal ve gerçek mutluluğu, yapamayacağını iddia edileni yapmakta, kazanamayacağı düşünülen sınavı kazanmakta ve buna benzer durumlarda ortaya çıkmaktadır. Gerçek erkeklik, işte bu dinamiklerle yürümekte ve büyümektedir. Erkek, mutlu ve iyi bir yaşam istiyorsa, hayatındaki her şeyi bir savaş olarak ele almalı ve öyle davranmalıdır. Bu bakıştaki kutlu tutamacın sözsel ifadesi, her musibet karşısında deklare edilmesi gereken: “Bu da bir savaş,” kararlılığıdır. Böylece, erkek yüzmeyi bildiği ya da öğrenmek zorunda olduğu sulara çekilmiş olacak ve doğasının ona bahşettiği güçle her türlü zorluğun üstesinden gelecek, gelemese de bu, onursuz bir mağlubiyet olmayacaktır; çünkü savaşmıştır, çünkü savaşmıştır ve çünkü savaşmıştır. Bu yeterlidir.



Bu durumda savaş ile ne kastedildiği, kapsamının ve içeriğinin ne olduğu biraz daha açıklanmaya muhtaçtır. Savaş, büyük insan Ünsal Oskay’ın, yüce Aydınlanma Felsefesinden hareketle sürekli biçimde üstünde durduğu: “insanın kendi hayatının öznesi olması” savaşıdır. Üstadın, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım isimli kitabını, okunması gereken kitaplar listemizin ilk kitabı olarak buraya not düşelim ve devam edelim. Öyleyse, özne nedir ve nasıl olunur? Özne, Türkçe dersi bilgilerimizden de bildiğimiz üzere bir eylemi yapan demektir. Yapılan iş, nesnedir, yapan ise öznedir. İnsanın, belirlenen konumunda olması, o insanın özne değil, nesne olduğunu gösterir; zira belirleyen değil, belirlenendir. İşte bir erkeğin, hem devrimci ahlak, hem insan olmasının haysiyeti ve hem de var olabilmesi için tek ve en büyük/en genel savaşı hayatının öznesi olma savaşıdır. Burada da yüce önder Kadir Cangızbay’a başvurmak mecburiyetindeyiz: bütünüyle özne olmak imkânsızdır ve insanın, daha doğrusu haysiyetli insanın en büyük trajedisi de budur. Bir şekilde her şeyi bilebileceğimiz, her alanda muktedir olabileceğimiz bir yapıya sahip değiliz, dolayısıyla özne olmak, bitimsiz bir çaba, elden geldiğince kazanmak için çabalanması gereken bir mevziler bütünü fakat ne kadar savaşılırsa savaşılsın tamamıyla fethedilemeyen bir gerçekliktir ki trajediden kasıt da budur. Yine Kadir Cangızbay’ın şu kutlu örneğiyle, durumu daha anlaşılır hâle getirelim: Oto yolları, demir yollarına paralel biçimde inşa eden, üzerine otobüs fiyatlarını tren fiyatlarının yarısına indiren bir iktidarın döneminde, insanlar ister istemez karayoluna mahkûm olacaklardır. Burada insan, seçimleri iktidar tarafından belirlenen konumuna düşmektedir. Kara yolunu seçmek zorunda bırakılmıştır. Elbette bize düşen, “Ne yapayım,” diyerek kenara çekilmek değil, “Kim bunlar,” sorusunu sormak ve iktidarı devirmeye odaklanmaktır. Ancak hayat içerisinde buna benzer çaresizlikler de insanın kapısını çalmakta ve insan bütünüyle özne olamamaktadır. O yüzden bu örnek, bütünüyle özne olmanın imkânsızlığı şeklinde okunmalıdır. Kadir Hoca’nın örneğinin ardından, bizim için devreye giren mesele, bir erkeği gerçek erkek yapan edimlerden en önemlisi olarak haysiyet meselesidir. Haysiyetli bir insan, nesne olmaması gerektiğini bilen, bu yüzden nesneleşmeye alerji geliştiren insandır. Her zaman, her yerde nesne olmamayı başaramamak, bizleri özne olma hedefimizden uzaklaştırmamalı, kapatabildiğimiz her gediği kapatmak, bu anlamda kazanabileceğimiz her mevziiyi kazanmaya çalışmak yönünde bir yola itmelidir. İşte formül budur. Eşini seçebilirsin, işini seçebilirsin, hayatını düzeltebilirsin, elinde olan şeylerde hayatının öznesi olabilirsin, elinde olmayanlar ise konu dışıdır; işte dava budur, savaş ve kavga budur. Bir erkek, yalnızca böyle bir savaş içerisinde doğru yerde konumlanırsa erkektir. Anlaşılacağı üzere, savaş ile kastettiğimiz şey, hiçbir militarist vurgu içermeyen, kendisine düşman olarak kadınları ya da bir ırkı, yönelimi seçmeyen, tamamen kişinin kendisi, kendi hayatı, haysiyeti, onuru ile iktidar, zaman ve doğa arasında sürdürülen bir savaştır. Erkek, erkek olduğunu bu savaşı yürüterek hissedebilir, anlayabilir ve kavrayabilir. Dolayısıyla erkeklik ile medeniyet arasında bir tezatlık değil, bütünlük vardır. Ve dolayısıyla maskülenlik, kucaklanmalıdır.

SAVAŞIN GEREKLİLİKLERİ VE MAHİYETİ

Her türlü savaşa girişmenin ilk ve tek önkoşulu: hazır olmaktır. Öyleyse erkeklik inşası, aslında bir hazırlık sürecini gerektirmektedir. Savaşa başlamadan önce ona hazırlanmak zaruridir. Ordularımızı oluşturmalı, niteliği artırmalı, sürekli, sürekli ve sürekli ileriye doğru adım atmayı kavgamızın gereği bellemeliyiz. Nitelik kaygısının somut karşılığı ise yetkinliktir. Bir erkek, en az bir tane alanda yetkin olmak ZORUNDADIR. Bir yabancı dili bilmek, bir enstrümanı çalmak, entelektüel anlamda bir mevzi elde etmek ve sayılabilecek birçok alanın en az bir tanesinde yetkinleşmelidir. Bu, savaşa hazırlanma sürecinin olmazsa olmazıdır. Yüce Gök’ün bize bir armağanı olan Yalçın Küçük’ün de dediği gibi: çünkü biz beş taş oynamıyoruz, bir savaş yürütüyoruz. Öyleyse ciddiyet!

Erkeğin en önemli görevlerinden birisini de böylece keşfetmiş oluyoruz: bir işi yapmak değil, iyi yapmak mecburiyeti. Bu bir görevdir, iyi yapamıyorsan, aslında söz konusu şeyi yapmıyorsun demektir, yoksun demektir. Bilinç ve itekleyici güç işte bu gerçeklik olmalı. Savaş, bütün hayata yayılmak zorunda demiştik, erkeğin var olduğunu, erkek olduğunu hissetmesi için hayata böyle bakması gerektiğini yeterince tartışmıştık. Bu durumda, dikkatli okuyucuların da görebildikleri üzere, formülasyon, yöntem ve devam etme gücü, bu koşullarda kendisini bize dayatmaktadır. Erkek, uzun vadeli zaferlere odaklanmış kişidir. Kısa vadede kazanmanın peşine düşmek bir erkeğe yakışmayan, mutlaka hüsran ve kaçınılmaz olarak küçülmeyle sonuçlanacak bir kandırmacadır. O zaman, sabretmeyi öğrenmelidir erkek. Kararlılığı ve en önemlisi, kendisine güvenmeyi öğrenmelidir. Alanında yetkin bir hocamın da dediği gibi: kazanılacak tek gün diye bir şey yoktur. Tek bir günü kazanmaya odaklanmak hastalıktır, erkeği küçültmektedir, erkeğin “kaldırdığı gibi geri indirmemesi”, böyle bir konuma düşmemesi için uzun erimli düşünme zorunluluğu vardır.



Uzun vadeli sonuçlar için yola çıkan insanın bilmesi gereken son gereklilik, inziva kültürüdür. Erkek, kendine dönmeyi ve kapanmayı bilen kişidir. Bilmeyen, erkek olduğunu sanmaktadır, erkek filan değildir o kişi. Erkeğin canı sıkılmaz çünkü yürüttüğü ya da yürütmeye hazırlandığı bir savaş olduğunu bilir, sürekli bir uğraşı vardır ve onunla hemhal olur. Bu nedenledir ki, inzivaya çekilmek, bir yöntem olarak erkeklerin asla ama asla es geçmemesi gereken bir kültür hâline gelmelidir. Büyük yazar John Fante’nin sözlerini tahrifata uğratmak gerekirse: Çünkü bir erkeğin yalnızlığı, meyve verir.

Son sözler: Bir ev bir günde de yapılır fakat her akıllı insan bir hafta parkta yatmak pahasına daha sağlam bir ev yapmayı göze alan insandır. Hız ve tüketme çağında yaşadığımız gerçeği sizleri korkunç bir yanılsamaya sürüklemesin. Hayır, tek bir gün değildir kazanılacak olan, bir şey kaybetmiyorsunuz, siz, temelleri sağlam olmayan bir ev yapmanın peşine düşerek, her rüzgârda yıkılan evinizi hatalarınızdan ders çıkartmadan tekrar ve tekrar yapmayı hayat bellemişsiniz sadece. Bunu yaparken, size malzemeyi satanların kim olduklarını ve bu işte onların bir parmağı olup olmadığını aklınıza getirmeden hareket etmek hatasına düşüyorsunuz. Oysa gerçek bir erkek için hayat, misina ile sefilce tek tek balık avlamaya çalışmakta değil, iki gün aç kalarak ağ yapmak ve besin ihtiyacı konusunu tamamıyla kapatmayı başarmak çabasındadır. Yani, biz ne zaman yaşayacağız gibi sorulması muhtemel soruya yönelik olarak, önce soruyu soranın yaşamaktan ne anladığını sorgulamasını isteriz, sonra devam ederiz: sizin yaşamdan saymadığınız bitimsiz savaş, bir erkeğin kanıyla kazandığı yaşamının ta kendisidir; kişisel tarihini kendi elleriyle yazmasının tek yoludur bu.


Yazar: EDY