GENEL
DURUMUN BİR ÖZETİ YA DA ANALİZİ: HANGİ NOKTADAYIZ?
Erkeğe bakışın, potansiyel suçluya
bakışla arasındaki mesafeyi yitirmesi maalesef düzgün erkekleri
erkekliklerinden, yani maskülen yapılarından uzaklaştırdı. Bir suçu, işleyene
değil, cinsiyetin tümüne isnat etmek garabetinin norm haline gelmesi ve
neredeyse bütün yayın organlarının “Erkekler, şu kadar cinayet işledi,” gibi
manşetleri sebebiyle maskülenlik, suçun kendisiymiş gibi bir algı peyda oldu.
Dolayısıyla maskülen olmak bir utanç vesikası gibi ele alınıyor; bu da
savrulmaya müsait yoğun erkek nüfusunun yanlış iki cephede birikmesine yol
açıyor. Bu cephelerin ilki: maskülenliğinden vazgeçmeyeceğini ilan eden, bu
nedenle de “ayılaşması” gerektiğini düşünen “barzo” cephesiyken; Diğer cepheyi
ise, erkekliğinden utanan, biyolojik ihtiyaçlarına söz geçiremediği için de
çareyi “taşıyıcı anne” gibi takılmakta arayan, bilinen adı ile “meriçler”,
bizim daha doğru olduğunu düşündüğümüz bir teşhisle: taşıyıcı anne tipi
erkekler cephesi oluşturuyor.
Postmodernizme esir olmuş küresel
sistemin ustaca kurguladığı, iki yanlış seçeneği sanki başka çıkar yol
yokmuşçasına “ya o ya da bu” , “o değilsen busun, bu değilsen osun” şeklinde
dayattığı yerde, böyle abuk sabuk iki cephenin ortaya çıkması şaşırtıcı değil.
Maskülen yapısını terk etmeyen erkekler, grup psikolojisi gereği,
dışlanmamak/var olmak adına “adamlık” denilen bataklıkta birikiyor, entelektüel
kaygı gütmeyi erkekliklerinden verdikleri bir taviz zannediyor, koydu mu
oturtmadı mı rahat edemiyor ve böylece maskülenliği suçun kendisi gibi
pazarlamaya meraklı manipülatörlere açık çek uzatmış oluyorlar.
Görece daha düzgün, entelektüel
kaygısı olan, kavga etmektense konuşmayı tercih eden erkekler ise, “ya osun ya
da busun” dayatmasından dolayı maskülen yapılarını, yani doğalarını bir kenara
bırakmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Çünkü aynı grup psikolojisi onlara
da dışlanmamak/var olmak için başka seçenek sunmuyor. Kitap okumak, iyi müzik dinlemek,
kaliteli bir hayat sürmek gibi olmazsa olmaz edimler, kimin ne ara
gerçekleştirdiğini bilmediğimiz bir biçimde “feminen”liğin temsiliymiş gibi ele
alınırken; “adamlık”, “itlik”, “serserilik” ise maskülen olanın bir temsili
gibi algılanıyor. Dolayısıyla erkeği erkek yapan maskülenlik, utancın
ve potansiyel suçun adı oluyor, öyle kabul görüyor. Bizler de bu iki gruptan
birisine tâbi olmak zorundaymışız gibi hissediyoruz. Ki postmodern dünyanın
algılarımızın ırzına geçme yöntemi de tam olarak budur. İstemediğimiz bir
yerde, istemediğimiz bir şekilde var olmaya çalışırken buluruz kendimizi. Böyle
sürreal bir ortamda hiçbir zaman mutlu olamayan insan, tatmin arayışıyla
kıvranır ve tam da bu anlayışa hizmet eden reklamların kölesi, sürdürülebilirlik
için bulunmaz hastalıklı tip hâline gelir. Burada, yüce önder Kazım Ulutaş’ın
şu kutlu sözlerini not düşmeliyiz: “Açta açıkta değiliz ama mutlu bir yaşam da süremiyoruz,
WHY?” Piyasa mekanizmasının nasıl ve nelerle işlediğine bakılarak, tatmin için
kıvranan hastalıklı insanın sistemin sürmesi açısından ne kadar gerekli olduğu
anlaşılabilir.
Maalesef, özetle, işte böyle korkunç
bir noktadayız.
GERÇEK
ERKEKLİK NEDİR YA DA MEDENİ DÜNYADA ERKEKLİĞİN NEFES ALMASI OLANAKSIZ MI?
İnsan türünün erkek cinsi, kadın
cinsinden farklıdır ve hemen böyle bir cümleyi kurduğumuz için utandığımızı
belirtiyoruz. Çünkü sanki bu iki cinsiyet birbirinden farksızmış gibi yürütülen
manipülasyonlar ve kabuller nedeniyle bir şaka olmasını ummayı isteyeceğimiz
ancak maalesef ciddi olarak ortaya koymak zorunda olduğumuz bir gerçekliğin
altını çizmek zorundaydık. Evet, öyleyse yineleyelim: insan türünün erkek cinsi,
kadın cinsinden farklıdır.
İnsan türünün erkek cinsi, maskülen
bir yapıdayken, kadın cinsi için feminen kavramı söz konusudur.
Yine ve yeniden böyle bir ayrımı yapmak zorunda kaldığımız için okurlarımızın
affına sığınıyoruz ama bunu da yapmak zorunda olduğumuz bir noktadayız. Çünkü
yinelemek gerekirse, feminenlik pozitif bir algıyla ele alınırken, maskülenlik
için aynı şeyi söylemekten maalesef uzaktayız. Öyleyse her erkeğin evvela
maskülen yapısıyla barışması gerekmektedir diyoruz. Maskülenliğin yalnızca
fiziki unsurlarla sınırlandırılmaması ise yürütmemiz gereken savaşın ilk
cephesi oluyor. Erkeklik, salt güce indirgendiğinde, felsefi temelden yoksunluk,
entelektüel kaygı gütmemek gibi belaların doğumuna sebep olacağından, basit
gibi gözüken bu gerekliliği her erkek ciddiye almalıdır kanaatindeyiz. Erkeklik,
karşıtı “kadınlık” olmayan, başlı başına sarsılmaz ve savrulmayan bir kişisel
ahlakla yürüyen, “duruş” mefhumunu kavramayı ve içselleştirmeyi gerektiren
bütünlüklü bir felsefedir. Bir erkek, önce bir erkek olduğunu
hatırlamalı, ardından nedir erkeği erkek yapan sorusunu kendisine sormalıdır.
Tam da böyle bir noktada erkeklerin
ana itici gücüne değinmek zorundayız. İnsan canlısının erkek cinsi, zaferlerle
tatmin olan, dolayısıyla sürekli olarak bir savaş içerisinde yaşaması gereken
cinstir. Burada, savaş sözcüğü seçiminin militarizme bir vurgu olduğu yönündeki
muhtemel saldırıları daha başından bertaraf etmek adına, silahların konuştuğu,
ölümlerin yaşandığı, kim için ve ne için vuruşulduğunun bilinmediği bir
savaştan söz etmediğimizi hemen belirmeliyiz; belirtiyor, altını kalın
çizgilerle çiziyoruz. Erkek, sürekli olarak savaşlarla yaşayan,
ancak ve ancak öyle verimli hâle gelen, yine, ancak ve ancak o şekilde
kendisini gerçekleştirebilen bir doğaya sahiptir. Tatmini bilgisayar
oyunlarında, sekste, sokak kavgalarında aramak bir yanılsamadır ve geçicidir.
Gerçek: ömür boyu sürdürülen, birçok farklı cephesi olan bir savaş ve kazanılan
zaferlerin tatminidir. Erkeğin suni olmayan, doğal ve gerçek mutluluğu,
yapamayacağını iddia edileni yapmakta, kazanamayacağı düşünülen sınavı
kazanmakta ve buna benzer durumlarda ortaya çıkmaktadır. Gerçek erkeklik, işte
bu dinamiklerle yürümekte ve büyümektedir. Erkek, mutlu ve iyi bir yaşam
istiyorsa, hayatındaki her şeyi bir savaş olarak ele almalı ve öyle
davranmalıdır. Bu bakıştaki kutlu tutamacın sözsel ifadesi, her musibet
karşısında deklare edilmesi gereken: “Bu da bir savaş,” kararlılığıdır.
Böylece, erkek yüzmeyi bildiği ya da öğrenmek zorunda olduğu sulara çekilmiş
olacak ve doğasının ona bahşettiği güçle her türlü zorluğun üstesinden gelecek,
gelemese de bu, onursuz bir mağlubiyet olmayacaktır; çünkü savaşmıştır, çünkü
savaşmıştır ve çünkü savaşmıştır. Bu yeterlidir.
Bu durumda savaş ile ne kastedildiği,
kapsamının ve içeriğinin ne olduğu biraz daha açıklanmaya muhtaçtır. Savaş,
büyük insan Ünsal Oskay’ın, yüce Aydınlanma Felsefesinden hareketle sürekli
biçimde üstünde durduğu: “insanın kendi hayatının öznesi olması” savaşıdır.
Üstadın, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar
Olalım isimli kitabını, okunması gereken kitaplar listemizin ilk kitabı
olarak buraya not düşelim ve devam edelim. Öyleyse, özne nedir ve nasıl olunur?
Özne, Türkçe dersi bilgilerimizden de bildiğimiz üzere bir eylemi yapan
demektir. Yapılan iş, nesnedir, yapan ise öznedir. İnsanın, belirlenen
konumunda olması, o insanın özne değil, nesne olduğunu gösterir; zira
belirleyen değil, belirlenendir. İşte bir erkeğin, hem devrimci ahlak, hem
insan olmasının haysiyeti ve hem de var olabilmesi için tek ve en büyük/en
genel savaşı hayatının öznesi olma savaşıdır. Burada da yüce önder
Kadir Cangızbay’a başvurmak mecburiyetindeyiz: bütünüyle özne olmak imkânsızdır
ve insanın, daha doğrusu haysiyetli insanın en büyük trajedisi de budur. Bir
şekilde her şeyi bilebileceğimiz, her alanda muktedir olabileceğimiz bir yapıya
sahip değiliz, dolayısıyla özne olmak, bitimsiz bir çaba, elden geldiğince
kazanmak için çabalanması gereken bir mevziler bütünü fakat ne kadar
savaşılırsa savaşılsın tamamıyla fethedilemeyen bir gerçekliktir ki trajediden
kasıt da budur. Yine Kadir Cangızbay’ın şu kutlu örneğiyle, durumu daha
anlaşılır hâle getirelim: Oto yolları, demir yollarına paralel biçimde inşa
eden, üzerine otobüs fiyatlarını tren fiyatlarının yarısına indiren bir
iktidarın döneminde, insanlar ister istemez karayoluna mahkûm olacaklardır.
Burada insan, seçimleri iktidar tarafından belirlenen konumuna düşmektedir.
Kara yolunu seçmek zorunda bırakılmıştır. Elbette bize düşen, “Ne yapayım,” diyerek
kenara çekilmek değil, “Kim bunlar,” sorusunu sormak ve iktidarı devirmeye
odaklanmaktır. Ancak hayat içerisinde buna benzer çaresizlikler de insanın
kapısını çalmakta ve insan bütünüyle özne olamamaktadır. O yüzden bu örnek,
bütünüyle özne olmanın imkânsızlığı şeklinde okunmalıdır. Kadir Hoca’nın
örneğinin ardından, bizim için devreye giren mesele, bir erkeği gerçek erkek
yapan edimlerden en önemlisi olarak haysiyet meselesidir. Haysiyetli bir insan,
nesne olmaması gerektiğini bilen, bu yüzden nesneleşmeye alerji geliştiren
insandır. Her zaman, her yerde nesne olmamayı başaramamak, bizleri özne olma
hedefimizden uzaklaştırmamalı, kapatabildiğimiz her gediği kapatmak, bu anlamda
kazanabileceğimiz her mevziiyi kazanmaya çalışmak yönünde bir yola itmelidir.
İşte formül budur. Eşini seçebilirsin, işini seçebilirsin, hayatını düzeltebilirsin,
elinde olan şeylerde hayatının öznesi olabilirsin, elinde olmayanlar ise konu
dışıdır; işte dava budur, savaş ve kavga budur. Bir erkek, yalnızca böyle bir
savaş içerisinde doğru yerde konumlanırsa erkektir. Anlaşılacağı üzere,
savaş ile kastettiğimiz şey, hiçbir militarist vurgu içermeyen, kendisine
düşman olarak kadınları ya da bir ırkı, yönelimi seçmeyen, tamamen kişinin
kendisi, kendi hayatı, haysiyeti, onuru ile iktidar, zaman ve doğa arasında
sürdürülen bir savaştır. Erkek, erkek olduğunu bu savaşı yürüterek
hissedebilir, anlayabilir ve kavrayabilir. Dolayısıyla erkeklik ile medeniyet
arasında bir tezatlık değil, bütünlük vardır. Ve dolayısıyla maskülenlik,
kucaklanmalıdır.
SAVAŞIN
GEREKLİLİKLERİ VE MAHİYETİ
Her türlü savaşa girişmenin ilk ve
tek önkoşulu: hazır olmaktır. Öyleyse erkeklik inşası, aslında bir hazırlık
sürecini gerektirmektedir. Savaşa başlamadan önce ona hazırlanmak zaruridir.
Ordularımızı oluşturmalı, niteliği artırmalı, sürekli, sürekli ve sürekli
ileriye doğru adım atmayı kavgamızın gereği bellemeliyiz. Nitelik kaygısının
somut karşılığı ise yetkinliktir. Bir erkek, en az bir tane alanda yetkin olmak
ZORUNDADIR. Bir yabancı dili bilmek, bir enstrümanı çalmak, entelektüel anlamda
bir mevzi elde etmek ve sayılabilecek birçok alanın en az bir tanesinde
yetkinleşmelidir. Bu, savaşa hazırlanma sürecinin olmazsa olmazıdır. Yüce
Gök’ün bize bir armağanı olan Yalçın Küçük’ün de dediği gibi: çünkü biz beş taş
oynamıyoruz, bir savaş yürütüyoruz. Öyleyse ciddiyet!
Erkeğin en önemli görevlerinden
birisini de böylece keşfetmiş oluyoruz: bir işi yapmak değil, iyi yapmak
mecburiyeti. Bu bir görevdir, iyi yapamıyorsan, aslında söz konusu şeyi yapmıyorsun
demektir, yoksun demektir. Bilinç ve itekleyici güç
işte bu gerçeklik olmalı. Savaş, bütün hayata yayılmak zorunda demiştik,
erkeğin var olduğunu, erkek olduğunu hissetmesi için hayata böyle bakması
gerektiğini yeterince tartışmıştık. Bu durumda, dikkatli okuyucuların da görebildikleri
üzere, formülasyon, yöntem ve devam etme gücü, bu koşullarda kendisini bize
dayatmaktadır. Erkek, uzun vadeli zaferlere odaklanmış kişidir. Kısa vadede
kazanmanın peşine düşmek bir erkeğe yakışmayan, mutlaka hüsran ve kaçınılmaz
olarak küçülmeyle sonuçlanacak bir kandırmacadır. O zaman, sabretmeyi
öğrenmelidir erkek. Kararlılığı ve en önemlisi, kendisine güvenmeyi
öğrenmelidir. Alanında yetkin bir hocamın da dediği gibi: kazanılacak tek gün
diye bir şey yoktur. Tek bir günü kazanmaya odaklanmak hastalıktır, erkeği
küçültmektedir, erkeğin “kaldırdığı gibi geri indirmemesi”, böyle bir konuma
düşmemesi için uzun erimli düşünme zorunluluğu vardır.
Uzun vadeli sonuçlar için yola çıkan
insanın bilmesi gereken son gereklilik, inziva kültürüdür. Erkek, kendine
dönmeyi ve kapanmayı bilen kişidir. Bilmeyen, erkek olduğunu sanmaktadır, erkek
filan değildir o kişi. Erkeğin canı sıkılmaz çünkü yürüttüğü ya da yürütmeye
hazırlandığı bir savaş olduğunu bilir, sürekli bir uğraşı vardır ve onunla
hemhal olur. Bu nedenledir ki, inzivaya çekilmek, bir yöntem olarak erkeklerin
asla ama asla es geçmemesi gereken bir kültür hâline gelmelidir. Büyük yazar
John Fante’nin sözlerini tahrifata uğratmak gerekirse: Çünkü bir erkeğin
yalnızlığı, meyve verir.
Son sözler: Bir ev bir günde de
yapılır fakat her akıllı insan bir hafta parkta yatmak pahasına daha sağlam bir
ev yapmayı göze alan insandır. Hız ve tüketme çağında yaşadığımız gerçeği
sizleri korkunç bir yanılsamaya sürüklemesin. Hayır, tek bir gün değildir
kazanılacak olan, bir şey kaybetmiyorsunuz, siz, temelleri sağlam olmayan bir
ev yapmanın peşine düşerek, her rüzgârda yıkılan evinizi hatalarınızdan ders
çıkartmadan tekrar ve tekrar yapmayı hayat bellemişsiniz sadece. Bunu yaparken,
size malzemeyi satanların kim olduklarını ve bu işte onların bir parmağı olup
olmadığını aklınıza getirmeden hareket etmek hatasına düşüyorsunuz. Oysa
gerçek bir erkek için hayat, misina ile sefilce tek tek balık avlamaya
çalışmakta değil, iki gün aç kalarak ağ yapmak ve besin ihtiyacı konusunu
tamamıyla kapatmayı başarmak çabasındadır. Yani, biz ne zaman
yaşayacağız gibi sorulması muhtemel soruya yönelik olarak, önce soruyu soranın
yaşamaktan ne anladığını sorgulamasını isteriz, sonra devam ederiz: sizin
yaşamdan saymadığınız bitimsiz savaş, bir erkeğin kanıyla kazandığı yaşamının
ta kendisidir; kişisel tarihini kendi elleriyle yazmasının tek yoludur bu.
Yazar:
EDY